Milenyum Haziran'ı, yirmi üç, saat dokuz
Cuma'da çift bayramın, biri sendin güzelim.
Dokuz ay gerilen yaydan hedefe değen okuz,
Üç kalp çarpan ocağa, taze şendin güzelim.
Bir isim arar olduk, anar ata yâdını,
Müsemma olur umduk, Asya koyduk adını,
Müjdeyi alan anam, içti kevser tadını;
Ankara'dan Muğla'ya bir gülşendin güzelim.
Orkunumla yamanken çocukluk rekabeti,
Elbet mağdurdan yana ebeveyn adaleti
Sakal bıyık arası, babanın şikayeti;
Ben ateşi külleyen, sen deşendin güzelim.
Sincaba taş çıkarttın bırakınca ağlağı,
Eve avluya sığmaz velet oldun bayağı,
Dama çıkan keçinin ağaçtadır oğlağı;
Say ki armut ağacıyım, sen düşendin güzelim.
Büyüyüp serpilince, deli sular duruldu.
Çocuksu çehre uçtu, geldi peri kuruldu.
Cemâline gece ay, gündüz güneş vuruldu;
Hem övünç, hem kıvancım, hem neşemdin güzelim.
Tanrım hemhal eylesin, muradına, ahtına
Zinhar gölge düşmeye, duacıyım bahtına,
Yıldırımlar çaktırma, baban şeref tahtına;
Şeytanı def eylersen zoru yendin güzelim.
Hem zorlu sınavımsın, hem de alın yazımsın.
Hasretinle kışımsın, varlığınla yazımsın.
Neşem, efkarım, arım, ciğer pare kızımsın;
Damarda dolaşan kan, gözde nemsin güzelim.
30 Aralık 2017 Cumartesi
Bir Aile Hikayesi
Bir hanımefendinin şu mektubu, Türkiye'de aile ahlâkının aldığı yeni istikametlerden biri üzerinde bizi düşündürecek mahiyettedir.
Mektup sahibi otuz senelik evli bir kadındır. Kocası ilk 15 senede hatırı sayılır Don Juanlıklarla onu üzmüş. Fakat hazımlı zevce bunu izam edip üzerinde durmamış; "Biraz da erkeklerin yaradılışları icabı bir tenevvü hastalığıdır" deyip geçmiş. Geri kalan 15 sene tamamen asûdedir. (veyahut ben öyle sanıyorum, diyor hanımefendi.) 29 yaşında evli bir oğulları, 25 yaşında bir gelinleri, 7 yaşında bir kız torunları varmış.
"Zevcim beyfendinin yaşı da 55'dir. Gerçi bu yaşlarda bile ekseri erkekler ellerine bir fırsat geçti mi istifadeden hiç çekinmezler. Fakat ben benimkinin artık olgunlaştığını, tekâmül ettiğini tevehhüm etmiştim.
Efendim, bizim apartmanın karşısındaki evde bir aile var. 20 yaşında henüz evlenmemiş bir de kızları var. İlk mektep mezunu, gayet basit bir aile. Seviyeleri hakkında pek bir şey yazmayayım. Yalnız şu kadarını söyleyeyim: Bütün meşgalesi, radyoda alaturka fasıl başlayınca, avaz avaz şarkılar söylemek, oyun havaları da çalınca şıkır şıkır göbek atmak. Güzellik hususunda da orta derece, hatta âmiyane bir güzellik. Bunları kıskançlık hissine kapılıp yazmadığıma emin olunuz.
Bu hanım kız bizim efendiye aşık oluyor. Biz balkonda otururken, pencereye çıkar: 'Ah çok hastayım, geceleri uyuyamıyorum, günde bir dilim ekmeği zor yiyorum' diye sızlanır. Pencerenin önündeki kanepeye düşüp bayılmalar... Meğer bunlar numara imiş, gerçi bu taktiklerin tahtında müstetir bir nüve olduğunu tahmin ediyordum. Herhalde bir gönül meselesi diyordum. Benim elli beşlik hatırıma katiyen gelmiyordu. Bizimkindeki tezahürat ise, kıza acıyormuş gibi. Meğer anlaşmışlar."
Buraya kadar hadise, en adi kalitede çapkınlık hikayelerinden birisi. Kulağına bir şeyler çalınan hanımefendi diyor ki:
"Tabii ki akşam olunca kendisine meseleyi açtım. Evvela inkar, sıkıştırınca itiraf. Hem de bütün tafsilatiyle"
Şimdi yine hanımefendinin ağzından zevcinin hayat felsefesini dinleyelim:
"İnsan yorulduğu zaman bir yorgunluk kahvesi içer, bir sigara tellendirir, bir kadeh içki yuvarlar. Bu ufak macera da bana bir parça huzur ve neşe veriyordu. Bunu izam etme. Kadınlık gururun müsamahakar olmalı. Şuurun hissine mağlup oluyor. Nihayet bir genç kızdı. Ruhumu okşayabilecek bir hususiyeti vardı. Bana bir çeşni, hayatıma bir garnitür, bir oyalama oluyordu. İçkim, kumarım, zamparalığım yok (bu zamparalık değilmiş). Bu ufak maceradan da zevk duyuyordum, işte o kadar."
Öyle ya, şimdi içilecek yorgunluk kahvesi yok. Elli beşlik tiryakiler ne yapsınlar! Genç kız dudaklarının kadehinde aşk likörü içiyorlar. Peki beyefendi! Kadınların canı yok mu? Onlar kahve istemezler mi? Kahve bulamazlarsa, komşudaki delikanlının dudağından aşk şarabı mı içsinler? Yok! Bu hak yalnız erkeklere mahsus. Onlar fazla yoruluyorlar.
Ne ise, bu aşağılık ifadelerden sonra beyefendi sevgilisinden ayrılacağına dair Kur'an'a el basarak sevgilisinden ayrılacağına yemin eder. Fakat 15 gün sonra yorgunluk kahvesi yerine memnu şarabı içmeye devam eder.
Beyefendinin ahlak dışındaki bu seyahatlerinden sonra karısına söylediği söze bakınız:
-Karıcığım, bu macera karşı kapı olduğu için seni fazla incitti. Sana olan sevgim hiç eksilmemek şartiyle, etrafın duymayacağı bir maceram olursa yine bana kızar mısın? Yoksa bir olgunluk gösterip müsamahakâr davranır mısın?
Hanımın cevabı:
-Erkeklerin belki yüzde yetmiş kadarı bu işleri yapar, fakat hiçbirisi karısından müsaade alarak böyle halt etmez. Yapacağın varsa bana sezdirmeden yap.
-Ben riyakarlık sevmem, vicdan azabı duyarım.
-Peki. Bir senedir nasıl riyakarlık yaptın? Bu teklifine müsamaha edecek kadın var mıdır?
-Bulunur ve üç şekilde: Ya kocasını lazım olduğu kadar sevmez ya da kendisi de ayrıca eğlenmek ister. Üçüncüsü de kocasını çok sevdiği için müsamaha eder, sen üçüncü kategoridesin.
Şimdi bu hanımefendi, beyefendisiyle mutabık kalarak, bu meselede hangisinin haklı olduğunu öğrenmek için bana müracaat buyurmuş.
Cevabım:
1. Sevgi karşılıklı olur.
2. Sadakatsiz sevgi olmaz.
3. Kocanın çapkınlığına müsamaha eden bir kadının sevgisi de o çapkınlık kadar adidir.
4. Huylu huyundan vaz geçmezse ayrılmak bu aşağılıklığa katlanmaktan daha hayırlıdır.
Milliyet, 1958
Peyami SAFA
Peyami SAFA
1 Eylül 2017 Cuma
Çocukluğumun süprüntüleri ve anne yarım
Küçüklüğümden beri üzerimden katiyen atamadığım nitelikler mevcut kahreden ve güçlendiren.
Sahiplenme-sahip çıkılma arzusu ve bununla beraber gelen kırılganlık, kıskançlık.
Kendimi bildim bileli aşığım türlü insanlara. İlahi güzellikleri hep fani bedenlerde buldum. İnanın bana yıllar geçtikçe fani simalarda artan çizgiler bana göre hayatın çeteleseydi, ve ben o çizgilere de dirilişle aşık oldum.
Kendimi bildim bileli demişken, kendimi bildiğimde bir kadın vardı yanımda. Beni üryan biçimde kollarına ilk alan o değildi, doğuran da değildi ve emdiren yine o olmadı. Fakat ilk aşkım ona aktı.
Sığınmacıyım başka bir deyişle. Uzun zaman evvel babam beni ağlatırsa "anne", annem ağlatırsa "baba", her ikisi ortaksa "teyze" diye haykırırdım. Çocukluk işte, çocukluk ama bazı şeyler halen üstüme yapışık bir lanet ve bir lütuf gibi.
Teyze kelimesi yalnızca bir hitaptı ve en fazla anne yarısı olabileceğine hiç inanmadım. Küsüratlarla pek aram yoktu zaten, paraları bile "bir para, iki para, üç para" diye sayardım.
Teyzem benim işlemeli altınımdı, paha biçemedim.
Zaman geçti. Çehrelerde çizgiler oluştu, çarpım tablosundan sonra küsüratları işittim, canlar gittikçe canlar geldi, Eslem adlı bir bebek doğdu ve teyzem halen evlenmedi.
Onun canını yakan tüm insanlara kızdığım gibi, onun canını yakan bir adamın boğazına bıçak saplamak istedim. Yırttırıp çöpe attırdığım nice bez parçaları o aptal adamın yadirgârlarıydı. Burada olsa yüzüne tükürürdüm.
Zaman geçti. 14 yaşıma kadar yaş günlerimi en evvel o kutladı, ilk kaçışımı onunla yaptım ve tarihi, insan yığını şehire ilk onunla ayak bastım. Yıl kaç? 2014
Eslem 5 yaşında. Ben kendimi 5 yaşında bildim, 14 yaşında değiştim.
5,14... 9 yaş, 9 yıl çok mu fazla be?
14 yaşındayken değiştim işte. Yaş günlerimde jest yapan birisi olmadı, çehrelerde artan çizgilere dokunamadım, küsüratlara tam hakim oldum.
Ama o halen evlenmedi.
Zaman geçti, şefkat yanını sinire bıraktı, teyzem hep bana sinirlendi. Büyüdükçe çirkinleştim sanırım, çirkinleştikçe uzaklaştım.
17'yim şimdi. 9 yıl öncesi kaç? 8.
8 yaşındaki o canda hep kendimi görürüm şimdi. Adı Eslem.
Bazen teyzemi herkesten kıskanırım. Onun en iyisi olmak için en iyisini ona sunar, en köpüklü kahveyi gayri ihtiyari ona yapar, en güzel yeri ona açarım.
İşte çocukluğumun süprüntüleri, ve benim anne yarım.
Benim anne yarım, benim çocuk yanım.
22 Ağustos 2017 Salı
Babaya gayritabii ziyaret
Camın dışarısını seyre dalmıştım. Etrafı izlememe rağmen zihnimde dönen bir çok düşünce vardı, bundan dolayı gördüklerimle değil düşlerimle ilgileniyordum, otobüsteki kadının anonsuyla irkildim. Yolculuğun bitmek üzere olduğunu söylüyordu. 5-6 aydır görmediğim bir şehir, ve normal bir baba-kız ilişkisine göre uzun zamandır görmediğim bir insanı, yani babamı göreceğim için heyecanlıydım. Uzun zaman önce annemle ayrılmışlardı, eksikliğini şimdilerde hissettiğim bu adamla nasıl bir bağ kurabilirim diye düşünüyordum. Bayramda seyranda evine gider, bir kaç gün kalırdım. Yine bir bayramda gidiyordum, fakat aynı dönüşü istemediğime emindim. Kendimi bildim bileli onunla sıkı bir ilişkimiz olmamıştı. O, baba olarak vazifelerini yerine getirirdi ve ben de evlat olarak sorumluluklarımı üstlenmek dışında bir şey yapmazdım. Bu ziyaretim, bir sorumluluğum olduğundan dolayı değildi. Bu ziyaretim, onunla arkadaş olmak istememden kaynaklanıyordu. Zihnim, olayları tekerrür ederken bir yandan toparlanıyordum. Eşyalarımı aldıktan sonra otobüsten indim.
Hafif karanlık olan gökyüzünün, ve tenime serin izler bırakan rüzgarların bana vermiş olduğu sebepsiz buruklukla tanımadığım simâların içinde yürüyordum. Elimde tekerlekleri eskimiş koca bir valizle ilerlerken nihayetinde istediğim kişiyi gördüm. Saçları biraz uzamış, keza sakalları da öyle. Bıyıklarında uzun, ince parmaklarıyla sardığı sigaranın vermiş olduğu sarımtraklık mevcut. Bir kelime etmeme fırsat olmadan kollarının arasında buldum kendimi, sırtımı sıvazlayarak sarılırken tebessümünü ses tonundan hissedebiliyordum. Uzatarak söylüyordu kelimeleri, yoğun duygu ile yoğun bir şekilde yaşayarak.
"Kızım... Hoş geldin evladım."
Titreyen dudaklarımla nazik bir tebessüm edip "Hoş buldum baba, hoş buldum." dedim. Başka bir şey söylemek gelmedi o an içimden, gereksiz bir nezaketle konuşmak istemedim.
Eve vardık, her geldiğimde aynı olan bu evi her geldiğimden daha fazla gözlemledim bu kez. Odasındaki elektrikli ısıtıcısının yanındaki kağıtlara baktım. Şiir yazmayı severdi babam. Mavi tükenmez kalemle, alelacele yazıldığı bariz olan satırlara göz gezdirirken yıpranmış ama heves dolu sesiyle irkilip kafamı kaldırdım.
"Karnın aç mı? Çok güzel tavuk taşlık var."
"Biraz açım, yiyebilirim aslında."
Tavuk taşlık dediği yemeğin tam olarak ne olduğunu düşünürken bir yandan da örtüyü halıya serip yere iki tane minder koydum. Isıtıcının önüne oturdum, ve yemeği getirmesini bekledim.
Yemek yerken ona kağıttaki satırları niye o kadar aceleyle yazdığını sordum bir anda. Aceleyle yazmıştı çünkü, babamın yazısı öyle değildi ki, daha düzgündü. O satırlar ise acelenin verdiği gerginlik ve titreklikle özensiz yazılmış kelimelerle bezenmişti. Belli ki o esnada, yazacaklarını unutmak istemediğinden dolayı, aceleyle titrek bir şekilde yazmıştı. İlham mı almıştı acaba? Nasıl olurdu ki? Böylesine yalnız olan, böylesine yalın yaşayan ve evinin duvarları bile çıplak olan bir adama ilham veren neydi?
Ben zihnimde bunları tartışırken, çehresindeki ifadenin değiştiğini de görüyordum elbet. Fakat bir şey söylemedi. Ben de ısrar etmedim, yüz çizgilerinden gözlerindeki ifadeye kadar ilmik ilmik tanıdığım bu adamın o anki değişimi beni tatmin etmişti, fazlasını merak etmedim ve sormadım.
Onunla o akşam sohbet etmeye kararlıydım. Aslında cevabını bildiğim soruları çocuksu bir merakla soruyordum. Hem onun bilgilerini denetlerken, hem de aramızdaki bağı güçlendirmeye çalışıyordum. Bana cevap verdiğinde olayları kolay kavradığımı düşünüyordu, halbuki uzun zamandır bildiğim şeylerdi mevzu bahis olanlar. Benimle gurur duyduğunu söyledi, bir anda söyledi bunu. Şaşırdım, hoşuma gitmedi değil. Babam benimle gurur duymamıştı, bunu hiç hatırlamıyordum. Ah! Şuna bakın ki babam benim bilgimden habersiz, ben de onun düşünceleri ve duygularından mahrumdum.
Vakit geç olmaya başlayınca mutfaktaki işlerini halletmeye koyuldu. Musluk sesini duyuyordum, bulaşık yıkayacaktı belli ki. Gözlerime çarpan fakat okuyamadığım satırları hâlâ merak ediyordum. İnsanlara gösterdiği şiirleri bana lazım değildi. Ben, onun içindekini, bizatihi onun ruhunu istiyordum. Kimseye gösteremediği yüzünü merak ediyor, söyleyemediği şeyleri kağıtlara bakarak işitmeye çalışıyordum. Ben, onun kızı olarak onun ruhunu çözmeye çalışıyordum.
Kağıtları gerginlikle elime aldım ve karıştırmaya başladım. Gayrimeşru bir eylem değildi halbuki yaptığım, muzip bir çocuğun merakından doğma tatlı bir hevesti. Kısa bir süre sonra yanıma geleceği için sadece başlıklara bakıyordum, eğer çok dikkatimi çekerse ilk kıtasını okuyor ve onunla yetiniyordum. Babamın şiirleri ya mezar taşına, ya çiçekçi bir kadına yazılmış şiirlerdi. Hatta, hatta sokak lambasına bile şiir yazmıştı. O kimseyle paylaşmadığı müsveddeleri, bana onu tamamıyla anlatmaya yetmişti. Babam kağıtlara bile duygularını ham olarak dökemiyordu. O; yaşlı adam, iki evlat babası, devlet memuru kalıbına kendisini o kadar fazla bağlamıştı ki, duygularını söylese mahcup olacak gibiydi. Halbuki babamın duyguları, o esnada benim için hazine niteliğindeydi. Kağıtlara baktığımda bile göremediğim hisleri ve duygularını, belli ki satır aralarına gizlemişti. Bu beni mutlu ediyordu. Çünkü babam hissediyordu. Olumlu ya da olumsuz farketmez, babam hakikaten hissediyordu. Satır aralarına gizlediği duygularını daha fazla irdelemedim. Benim yanılgım, babamın körelmiş olduğunu düşünmemdi. Sokak lambasına, mezar taşına ve çiçekçi bir kadına şiir yazan adam benim babamdı. Çıplak duvarlara sahip olan ufak bir evi, ve tek odayı ısıtan iki gözlü bir ısıtıcısı dışında pek varlığı yoktu. Fakat babam, sokaktaki alelade varlıkları betimleyecek ve hissedecek kadar duyarlıydı. Onun bir yandan bastırılan, ama yine hapsedilemeyen duyguları vardı.
O zamandan itibaren, irdelememeye özen gösterdim. Gördüğümle, duyduğumla, yaşadığımla yetinmeye gayret etmeye karar verdim. İstemediklerimi görmedim, istemediklerini görmesine müsaade etmedim. Hır gür yerini sohbete bıraktı, babam bir müddet sonra tanıdığım oldu.
Hafif karanlık olan gökyüzünün, ve tenime serin izler bırakan rüzgarların bana vermiş olduğu sebepsiz buruklukla tanımadığım simâların içinde yürüyordum. Elimde tekerlekleri eskimiş koca bir valizle ilerlerken nihayetinde istediğim kişiyi gördüm. Saçları biraz uzamış, keza sakalları da öyle. Bıyıklarında uzun, ince parmaklarıyla sardığı sigaranın vermiş olduğu sarımtraklık mevcut. Bir kelime etmeme fırsat olmadan kollarının arasında buldum kendimi, sırtımı sıvazlayarak sarılırken tebessümünü ses tonundan hissedebiliyordum. Uzatarak söylüyordu kelimeleri, yoğun duygu ile yoğun bir şekilde yaşayarak.
"Kızım... Hoş geldin evladım."
Titreyen dudaklarımla nazik bir tebessüm edip "Hoş buldum baba, hoş buldum." dedim. Başka bir şey söylemek gelmedi o an içimden, gereksiz bir nezaketle konuşmak istemedim.
Eve vardık, her geldiğimde aynı olan bu evi her geldiğimden daha fazla gözlemledim bu kez. Odasındaki elektrikli ısıtıcısının yanındaki kağıtlara baktım. Şiir yazmayı severdi babam. Mavi tükenmez kalemle, alelacele yazıldığı bariz olan satırlara göz gezdirirken yıpranmış ama heves dolu sesiyle irkilip kafamı kaldırdım.
"Karnın aç mı? Çok güzel tavuk taşlık var."
"Biraz açım, yiyebilirim aslında."
Tavuk taşlık dediği yemeğin tam olarak ne olduğunu düşünürken bir yandan da örtüyü halıya serip yere iki tane minder koydum. Isıtıcının önüne oturdum, ve yemeği getirmesini bekledim.
Yemek yerken ona kağıttaki satırları niye o kadar aceleyle yazdığını sordum bir anda. Aceleyle yazmıştı çünkü, babamın yazısı öyle değildi ki, daha düzgündü. O satırlar ise acelenin verdiği gerginlik ve titreklikle özensiz yazılmış kelimelerle bezenmişti. Belli ki o esnada, yazacaklarını unutmak istemediğinden dolayı, aceleyle titrek bir şekilde yazmıştı. İlham mı almıştı acaba? Nasıl olurdu ki? Böylesine yalnız olan, böylesine yalın yaşayan ve evinin duvarları bile çıplak olan bir adama ilham veren neydi?
Ben zihnimde bunları tartışırken, çehresindeki ifadenin değiştiğini de görüyordum elbet. Fakat bir şey söylemedi. Ben de ısrar etmedim, yüz çizgilerinden gözlerindeki ifadeye kadar ilmik ilmik tanıdığım bu adamın o anki değişimi beni tatmin etmişti, fazlasını merak etmedim ve sormadım.
Onunla o akşam sohbet etmeye kararlıydım. Aslında cevabını bildiğim soruları çocuksu bir merakla soruyordum. Hem onun bilgilerini denetlerken, hem de aramızdaki bağı güçlendirmeye çalışıyordum. Bana cevap verdiğinde olayları kolay kavradığımı düşünüyordu, halbuki uzun zamandır bildiğim şeylerdi mevzu bahis olanlar. Benimle gurur duyduğunu söyledi, bir anda söyledi bunu. Şaşırdım, hoşuma gitmedi değil. Babam benimle gurur duymamıştı, bunu hiç hatırlamıyordum. Ah! Şuna bakın ki babam benim bilgimden habersiz, ben de onun düşünceleri ve duygularından mahrumdum.
Vakit geç olmaya başlayınca mutfaktaki işlerini halletmeye koyuldu. Musluk sesini duyuyordum, bulaşık yıkayacaktı belli ki. Gözlerime çarpan fakat okuyamadığım satırları hâlâ merak ediyordum. İnsanlara gösterdiği şiirleri bana lazım değildi. Ben, onun içindekini, bizatihi onun ruhunu istiyordum. Kimseye gösteremediği yüzünü merak ediyor, söyleyemediği şeyleri kağıtlara bakarak işitmeye çalışıyordum. Ben, onun kızı olarak onun ruhunu çözmeye çalışıyordum.
Kağıtları gerginlikle elime aldım ve karıştırmaya başladım. Gayrimeşru bir eylem değildi halbuki yaptığım, muzip bir çocuğun merakından doğma tatlı bir hevesti. Kısa bir süre sonra yanıma geleceği için sadece başlıklara bakıyordum, eğer çok dikkatimi çekerse ilk kıtasını okuyor ve onunla yetiniyordum. Babamın şiirleri ya mezar taşına, ya çiçekçi bir kadına yazılmış şiirlerdi. Hatta, hatta sokak lambasına bile şiir yazmıştı. O kimseyle paylaşmadığı müsveddeleri, bana onu tamamıyla anlatmaya yetmişti. Babam kağıtlara bile duygularını ham olarak dökemiyordu. O; yaşlı adam, iki evlat babası, devlet memuru kalıbına kendisini o kadar fazla bağlamıştı ki, duygularını söylese mahcup olacak gibiydi. Halbuki babamın duyguları, o esnada benim için hazine niteliğindeydi. Kağıtlara baktığımda bile göremediğim hisleri ve duygularını, belli ki satır aralarına gizlemişti. Bu beni mutlu ediyordu. Çünkü babam hissediyordu. Olumlu ya da olumsuz farketmez, babam hakikaten hissediyordu. Satır aralarına gizlediği duygularını daha fazla irdelemedim. Benim yanılgım, babamın körelmiş olduğunu düşünmemdi. Sokak lambasına, mezar taşına ve çiçekçi bir kadına şiir yazan adam benim babamdı. Çıplak duvarlara sahip olan ufak bir evi, ve tek odayı ısıtan iki gözlü bir ısıtıcısı dışında pek varlığı yoktu. Fakat babam, sokaktaki alelade varlıkları betimleyecek ve hissedecek kadar duyarlıydı. Onun bir yandan bastırılan, ama yine hapsedilemeyen duyguları vardı.
O zamandan itibaren, irdelememeye özen gösterdim. Gördüğümle, duyduğumla, yaşadığımla yetinmeye gayret etmeye karar verdim. İstemediklerimi görmedim, istemediklerini görmesine müsaade etmedim. Hır gür yerini sohbete bıraktı, babam bir müddet sonra tanıdığım oldu.
21 Ağustos 2017 Pazartesi
Sıla
Merhamet etmek midir, benimsemek mi, özüne benzettiğinde kabullenmek midir?
Müphem duyguların bedenimi sarmasıyla bir kız çocuğuna yaklaştım.
Sessiz ve sadasız oluşu bezgin bir yaşlının hissetmekten usanmadığı kederini anımsatıyordu.
Bezgin bir yaşlıya benziyor oluşuna aldırış etmeden ve bir kız çocuğu olduğunu unutmadan onu şarkılarla mutlu etmeyi denedim. Nafile!
Şarkı isimlerini aklında tutamadığını söyledi, parmaklarını birbirine geçirmiş vaziyette sürekli elleriyle ilgileniyordu fakat ne gözleri ne de aklı ellerinde değildi.
Kambur duruşu içimi acıtıyordu, şu ana kadar gözüme ilişmeyen bu kız çocuğunun duruşu dahi içimi acıtıyordu.
Ortamda bir yığın ses, ne sesi?! Ortamda bir yığın gürültü gemici düğümü olmasına rağmen, onunla neden ilgilendiğimi çözemiyor fakat daha da çok kapılıyordum.
Kapıldım, seyrettiğimi farketmiş olmalı ki aşağı bakan koyu gözlerinin bana doğru dönme gayreti içinde olduğunu gördüm. Onu seyrettiğimin farkındaydı ve farkında olduğunun farkında olmamam için kafasını çeviremiyor, yalnızca gözlerini hareket ettirebiliyordu.
Nâmütenahi bir sadelik peşinde gibiydi.
Üstüne varmadım. Ne yaşlılar, ne de kız çocukları sabırlı değildir
Müphem duyguların bedenimi sarmasıyla bir kız çocuğuna yaklaştım.
Sessiz ve sadasız oluşu bezgin bir yaşlının hissetmekten usanmadığı kederini anımsatıyordu.
Bezgin bir yaşlıya benziyor oluşuna aldırış etmeden ve bir kız çocuğu olduğunu unutmadan onu şarkılarla mutlu etmeyi denedim. Nafile!
Şarkı isimlerini aklında tutamadığını söyledi, parmaklarını birbirine geçirmiş vaziyette sürekli elleriyle ilgileniyordu fakat ne gözleri ne de aklı ellerinde değildi.
Kambur duruşu içimi acıtıyordu, şu ana kadar gözüme ilişmeyen bu kız çocuğunun duruşu dahi içimi acıtıyordu.
Ortamda bir yığın ses, ne sesi?! Ortamda bir yığın gürültü gemici düğümü olmasına rağmen, onunla neden ilgilendiğimi çözemiyor fakat daha da çok kapılıyordum.
Kapıldım, seyrettiğimi farketmiş olmalı ki aşağı bakan koyu gözlerinin bana doğru dönme gayreti içinde olduğunu gördüm. Onu seyrettiğimin farkındaydı ve farkında olduğunun farkında olmamam için kafasını çeviremiyor, yalnızca gözlerini hareket ettirebiliyordu.
Nâmütenahi bir sadelik peşinde gibiydi.
Üstüne varmadım. Ne yaşlılar, ne de kız çocukları sabırlı değildir
Sabaha karşı kanepede seyir
"Bak! Şu ışıklar sönüverse... İşte ölüm!"
Başka bir sahifeden gözlere ilişen satırların uyandırdığı düşleri ilmik ilmik örmek, ilmik ilmik ölmek.
Satır; "Ölüme ve güneşe, sabit bir gözle bakılamaz."
Hep ölüm.
Sarımsı yapraklar, gıcırtısı hoş
Keseleyin beni, derilerim soyulana kadar
İstekliliğim hissizliğimden gelir, eminim.
Uyuşukluğum, karıncalanmalarım, sızlamalarım, bağırıp çağırmalarım ve düğümlenen boğazımla ben
Kalabalıklarda hep dizim titrer, elimde tutacak bir şey ararım
Güvencem elimdeki şaşal su şişesi, çantamın kemeri, pantolonumun sol cebi
Gözgöze bakmayalım, uzun sürmesin
Tebessüm ederken yanaklarımdaki kasların gerim gerim gerilmesi, bakmayalım
Güneş doğana dek acıyan gözlerle etrafı seyredişlerim, dostlarımla eğlenişlerim, doludizginliğim
Güneş batana dek kanepede uzanışlarım, bütün arzularım ve korkularım, dolu miskinliğim
Dışarıda soytarı, kanepede sünepe, mutfakta tuzluğum
Birisini aldım ve vazgeçtim kim bilir onlarcasından
Heyecanlardan, boş umutlardan, ağız dolusu iltifatlardan, ve nicesinden
Gerçeği aldım ve gerçek bendeki, gerçek benim
En az hayvan oluşumuz kadar gerçek, laciverti ben seçtim
Mutlu bir domuz olacakken sıyrıldım teğet geçtim, aslan da değilim, maymun hiç değilim
Seçtim, beynim, bedenim, aidiyetim ve merkezim
Kimine göre kıble, kimine göre kuzey, kimine göre hedef, kimine göre fetih olanı ben seçtim
Sefih olmaktan vazgeçtim ve bilin ki sefahete kızgınlığım
Ah benim soylu arap atım
İnsan, insanım,
Farklı manaları aynı bedende bulunduran Sentorum!
Çocuğum, hakikatim ve acım, sefasını sürdüğüm varlığım ve cefasını çektiğim darlığım
Uyan!
007160
71724
Başka bir sahifeden gözlere ilişen satırların uyandırdığı düşleri ilmik ilmik örmek, ilmik ilmik ölmek.
Satır; "Ölüme ve güneşe, sabit bir gözle bakılamaz."
Hep ölüm.
Sarımsı yapraklar, gıcırtısı hoş
Keseleyin beni, derilerim soyulana kadar
İstekliliğim hissizliğimden gelir, eminim.
Uyuşukluğum, karıncalanmalarım, sızlamalarım, bağırıp çağırmalarım ve düğümlenen boğazımla ben
Kalabalıklarda hep dizim titrer, elimde tutacak bir şey ararım
Güvencem elimdeki şaşal su şişesi, çantamın kemeri, pantolonumun sol cebi
Gözgöze bakmayalım, uzun sürmesin
Tebessüm ederken yanaklarımdaki kasların gerim gerim gerilmesi, bakmayalım
Güneş doğana dek acıyan gözlerle etrafı seyredişlerim, dostlarımla eğlenişlerim, doludizginliğim
Güneş batana dek kanepede uzanışlarım, bütün arzularım ve korkularım, dolu miskinliğim
Dışarıda soytarı, kanepede sünepe, mutfakta tuzluğum
Birisini aldım ve vazgeçtim kim bilir onlarcasından
Heyecanlardan, boş umutlardan, ağız dolusu iltifatlardan, ve nicesinden
Gerçeği aldım ve gerçek bendeki, gerçek benim
En az hayvan oluşumuz kadar gerçek, laciverti ben seçtim
Mutlu bir domuz olacakken sıyrıldım teğet geçtim, aslan da değilim, maymun hiç değilim
Seçtim, beynim, bedenim, aidiyetim ve merkezim
Kimine göre kıble, kimine göre kuzey, kimine göre hedef, kimine göre fetih olanı ben seçtim
Sefih olmaktan vazgeçtim ve bilin ki sefahete kızgınlığım
Ah benim soylu arap atım
İnsan, insanım,
Farklı manaları aynı bedende bulunduran Sentorum!
Çocuğum, hakikatim ve acım, sefasını sürdüğüm varlığım ve cefasını çektiğim darlığım
Uyan!
007160
71724
Yavandan yabana gitme arzusu
Tık tık!
Geldim.
Parmak eklemlerim acıyana dek vurduğum yer ve ardında umduklarım
Duvar, kapı, ufak bir kapı gözü gördüğüm
Duyan, duyar, bir çift insan gözü ve bir çift insan sözü umduğum
Şimdi söyle bana. Duyar mısın, duvar mısın?
Dinle beni, dinle!
Altımda yıkılmasına ramak kalan gri bir taban ve biliyorum ki ancak yüzlerce kapı ardımda yaban
Çıkacağım buradan, göreceksin ve hatta göremeyeceksin belki de
Âmâ değilsin biliyorum, yeti yoksunluğundan gelmeyecek körlüğün
Uzaklaşacağım buradan, uzaklaşacağım.
Koşacağım.
Topuklarım gri tabanı çatlatana ve tepemdeki kireçli, solgun tavandan kurtulana kadar!
Bu yıllanmış duvarlar, beynimi sınırlandıran tavan, çatlatacağım taban ve yavandan gideceğim yaban
İnan bana yaşayamıyorum, ve yaşadığımı hissedemeyeceksin
Ölü değilsin biliyorum, cansızlığından gelmeyecek eksikliğin
Yabana gideceğim ve hakikatlerimle yaşayacağım
Yaşayacağım!
Yalanlardan sıyrılacağım ve atacağım tüm ölü hücrelerimi
Ölü değilim, biliyorsun.
Cansızlığımdan gelmez eksikliğim, canlandığımda tamamlanacağım.
71729
005420
Geldim.
Parmak eklemlerim acıyana dek vurduğum yer ve ardında umduklarım
Duvar, kapı, ufak bir kapı gözü gördüğüm
Duyan, duyar, bir çift insan gözü ve bir çift insan sözü umduğum
Şimdi söyle bana. Duyar mısın, duvar mısın?
Dinle beni, dinle!
Altımda yıkılmasına ramak kalan gri bir taban ve biliyorum ki ancak yüzlerce kapı ardımda yaban
Çıkacağım buradan, göreceksin ve hatta göremeyeceksin belki de
Âmâ değilsin biliyorum, yeti yoksunluğundan gelmeyecek körlüğün
Uzaklaşacağım buradan, uzaklaşacağım.
Koşacağım.
Topuklarım gri tabanı çatlatana ve tepemdeki kireçli, solgun tavandan kurtulana kadar!
Bu yıllanmış duvarlar, beynimi sınırlandıran tavan, çatlatacağım taban ve yavandan gideceğim yaban
İnan bana yaşayamıyorum, ve yaşadığımı hissedemeyeceksin
Ölü değilsin biliyorum, cansızlığından gelmeyecek eksikliğin
Yabana gideceğim ve hakikatlerimle yaşayacağım
Yaşayacağım!
Yalanlardan sıyrılacağım ve atacağım tüm ölü hücrelerimi
Ölü değilim, biliyorsun.
Cansızlığımdan gelmez eksikliğim, canlandığımda tamamlanacağım.
71729
005420
Kaydol:
Yorumlar (Atom)