19 Ekim 2018 Cuma

Azgın yelkovan, sinsi akrep, göz açıp kapayıncaya geçen zaman

An kaçıyor
Yakalamak namümkün. Tadını alamadan, mazi ve akıbet ile olan münasebetinden doğan senfoniyi dinleyemeden, hele bir soluklanıp dinlenemeden an kaçıyor.
Yelkovanlar yuvarlağın çevresindeki ufak çentiklerde koşturup, akrebi süratle kovalıyor.
Dur durak bilmeden, azgın ve atik biçimde ilerliyor.
Akrep; pek ürkütmeden, yuvarlağın çevresindeki rakamlara uğruyor. İki çay içip sohbet etmelik, hasta ziyaretine gitmelik, kaçırılan otobüsün sonraki seferini beklemelik bir vade dolduğunda sessizce kalkıyor. Çaylar bitince, “nasılsın” sorusu “daha daha” diyerek pekiştirilince, ziyareti kısa olan hastanın göz kapakları düşünce, otobüs gelince, e yelkovan da hayli kudurunca akrep usulca bir diğerine yol alıyor.
Küçük kutunun içinde vaziyet bu amma, o esnada
bebeler boy
hapisler volta
aşıklar kavuşmaya can atıyor
Kimine tez kimine uyuşuk davranıyor zaman. Sayınca çabuk geçermiş ya, bekleyen mahsustan sayıyor.
Benim anamın babamın alnına kırık taç, başına kırlar düşüyor. Yelkovan azdıkça, akrep uydukça, takvimden yaprak düştükçe yaşlanıyor benim anam babam.
Zaman daralıyor, ana yetişmesi mümkün olmadığından beynim geleceği kovalıyor.. İçimde ukde kalmaması için, “canım” diyerek, bastırarak sarmalayıp gözlerimi yumuyorum. Yetişemediğim andan kaçmak için, gözlerimi yumuyorum. Yoğunluk olunca doyumsuzluğum gidecekmiş gibi bir hissi sabitim var, boğuşsam da atamıyorum
Fotoğraflar yâdımı tatlandırıyor, doyamadığımı koklatıyor, vermese de gösteriyor. Avutuyor beni fotoğraflar.
Beni kağıdın pürüzsüzlüğünden, çeşitli renklerden koparıp ayrı bir muhteva alemine savuruyor.
Bana maddeyi, bana kendimi unutturuyor
Beni iştahım
         veda
         ölüm
         hele o azgın yelkovan, en çok o, en çok o korkutuyor
An kaçıyor

14 Temmuz 2018 Cumartesi

Anneye

Bir beben var daha iki yaşında
Bir tane daha nasıl gelsin bakamazsın hayatta
Dokuz ay rahimde ömür boyu solukta
Tükenmek bilmeyen sancıyım sana ben

Bir ihtimal sendelesem altıma taş oldun
Bin bilsem de bir danıştığım baş oldun
Zıkkımla dolu dünyamda doyulmayan aş oldun
Kendimi bildim bileli aşığım sana ben

Kahırlı zamanlar yavaş ilerleyen bir sayaçtı
Gözlerinden öfke fışkıranlar bu devirde sataştı
Sırtımda şefkatle bir senin elin dolaştı
Çok dirayetli kadınsın, şahidim sana ben

Sormam mı sandın bu gücün kaynağını
Masal diye dinlemedim ya tüm hatıralarını
Daha sübyanken inşa etmişsin hayatını
Bağımsızsın, bundan da hayranım sana ben

Anladım işte tedirginsin ve ben istikrarsızım
Bazı konularda doyumsuzum hakikaten arsızım
Gelen nasihatlere bir sağırdan farksızım
Ama geçti artık, neden zanlıyım sende ben

Yoruldum diyorsun cebelleşmeye açıksın
Bazı zaman akıllı bazı zaman kaçıksın
Çözünce yapımı damarımı kesen bıçaksın
Değiştin mi anlamadım, şaşkınım sana ben

Çatık kaşların manalı gözlerini kapattı
Gittikçe gerilen sesin ruhumu daralttı
Bugünkü körlüğün içimi kararttı
Bilemezsin, nasıl kızgınım sana ben

İster söv, ister sev, ister savur at beni
Bırakmak istesem de bırakamam o eli
Yüzüme yüzüme vursa da kırbacının yeli
Balta vursan kesilmez, bağlıyım sana ben

29 Mayıs 2018 Salı

Yumurta tavuktan tavuk yumurtadan çıkar

30518
İnsanoğlu karmaşıktır çünkü ruhtur, şuurdur
İnsanoğlu basittir çünkü ilkeldir, hamdır

Pek çok kez karşılaştım kimliklerini ayıranlara. Düşüncem o ki çoğu gürültü bundan ötürü.
Bizi olduğumuzdan daha komplike tasavvur edenlere de, bir takım prensiplerle sınırlandıranlara da tam olarak hak veremem. İkisinden birisi şahsımca tam izah değildir.
Var olandan daha karmaşık halde tasavvur edenler unuturlar ki hayvanlara has tabii sevklerimiz, ihtiyaçlarımız, gayri ihtiyari reaksiyonlar veren çeşitli mekanizmalarımız vardır. İnsanoğlunu insiyakından soyutlamak esasları yok etmektir. Esas olmadan izah olamayacağı için bu canlıyı zihinde anlaşılabilir hale getiremezler. Yine bu soyutlamadan ötürü, indeterminist bir yapı ile düşünüp, bugünkü dünya tefekkürü içerisinde sistemleşen ahlaki olgulara zıt durumları kavrayamaz, müsamaha gösteremezler.
Keza insanoğlunu belli prensiplere hapsedenlerin yanılgıları da, tek esasın insiyak olduğunu düşünmelerinden ileri gelir.
İnsan şuurunu ve ruhunu yok sayanlar da, zihinlerindeki temellere menfi olarak ortaya çıkan olaylara karşılaşınca pek farklı bir sonuca varmayacaktır.

Bir aslanın beslenmesi ve bir insanın ziyafeti belli bir yere kadar aynı kefe içerisindedir. Aslan geyik etini ne kadar iştahla çiğnerse çiğnesin, yalnızca karnını doyurur. Bu sebeple menüsü kısıtlı, yaşantısı sadedir. Onun başlangıç çorbası, ara sıcağı, tatlısı, kahvesi ya da çeşitli ikramları yoktur. İnsan öyle midir? Asgari şartlarda o da pek ala bir geyik dişleyebilir. Ancak bu durumlar haricinde insan, yalnız karnını değil ruhunu da doyurur. Donatılan tüm sofralar, ortaya çıkan ve gün geçtikçe gelişen her ilim dalı, sanat ve tüm gösterişler işte bunun şerefinedir.

Seyir 1

Görünmez vaziyette etrafı gözledim
Bir makine yığınının içerisinde iken
dışarıyla aramda yalnızca kırılgan, siyah bir perde
Gökyüzü, kayan bulutların ahengi mest olmama yetti, hissettim
Milyar yıldır milyarlarca canlıyı bünyesinde gözeten, ışıtan, eriten, doğuran ve öldüren güneş
Ne çok lüfuf var, ne çok kahır
Kulağımdaki ezgilerin bana yabancı kelimelerle dans edişiyle geçtim kendimden
Gözlerim tepelerden, topuklara kaydı
Aşağılara baktım ve seyrettim yığınları
En yavaş yürüyenler hep gözüme ilişti, istedim sırtlarından iteklemeyi
Acele edin, ne bu uyuşukluk? Canlanın yahu, silkelenin!
Bir adam takıldı gözlerime ve zihnim halen onunla
Boğazına geçirdikleri plastik edevat zincirim oldu, boğazlandım
Topallayarak yürürdü, yüzündeki keder her zerreme bilmem kaç iğne sapladı
Bu acı ne, bu ne acı!
Bu kez sırtından iteklemek değil, bağırmak istedim yüzüne yüzüne
Ellerindekilerin kimse için değeri yok, hele otur şuraya soluklan
Soluklan ve su iç hele!
Yüzüne bakmaya dahi cesaret edemeyen, kendinden kaçan ve yalnız onun yanında hızlanan yığın
Farklı biçimlerde, farklı cinslerde, hepsi başka başka ve onları ortak paydada tutan şey şimdilik sadece bu
Arada üzerine konan bakışlara alışık ki daha fazlasını beklercesine haykırıyor gözleri
Canım adam
Makine yığını durmuyor, geçiyorum buradan
Zihnimdesin, zihnimdesin, zihnimdesin

Çatışmalarım

Saçlarımı hep yamuk kestim
Uzun zamandır karşılaşmamıştık.
İşte, tam buradayım ve karşımdaki aynadan seyredurdum tüm suretleri
Şefkatle, arzuyla, öfkeyle, sevgiyle ve tiksintiyle bakan tüm gözlerle bakışıyorum
Tüm bakışlar benim!
Kafamdaki tüm bu uğultular, vesveseler ve melodiler... Hepsi benim
Benim ve bedenimde bir kangren
Eşyalaştırmadan sahiplendiklerim, eşyalaşmadan gittiklerim, yan cebime koyduklarım ve koca saham
Sığlaşmanın azabıyla çok kavruldu tenim
Arsız bir arı gibi ondan ona kondu beynim
Niteliklere dair hayali bir çizgi çektim
Ölçüm ve yerim muamma, bilmiyorum nerede ve neyim
Ne hislerden arındım, ne akıldan çıktım
Ne bir planım var, ne de doğaçlama yaşadım
Şükür eksilmiyor dilimden ancak yok biçilmiş bir tanrım
Aidiyet değil kuşkudur öğreten
 bu sebeple taraftan ırak araftayım
Zıtların birliğidir gördüğüm ve deneyimdir isteğim
Kadın ve erkek
Dert ve deva
Maddi ve manevi
Gül ve bülbül
Gözyaşı ve kahkaha
Haz ve acı
Tutarsız ve sorumsuz imalarından kustu kulaklarım
Sosyolojik bağlamdaki doğrularım prangam oldu, fikirlerimse kanatlarım
Uçmamalıyız diye bağırırken ufukta süzülen bir kartalım
Yerin yedi kat altında ve yedi kat üstünde kendimi aradım
Böyle memnun etmedi beni hiçbir kaybım
Hiç sorgulamam mı sanarsın "kendimi ayırır mı, kayırır mıyım?" Körleştirici bir kibir midir yoksa ayrıştıran bir süzgeç midir bendeki?
Olsa ne olmasa ne
Hissediyorum kendimi
Yaşadığımı, etten kemikten olduğumu ve böylesine yaygın, böylesine hakim olduğumu
Yaşıyorum, taşıyorum, aşıyorum

Kadir kıymet ne şekilde bilinir?

"Bir daha mı geleceğiz dünyaya?"
Kalıplaşmış manasıyla carpe diem'cilerin ağzına pelesenk olmuş bu hatırlatma, okunurken ses tonundaki ufak bir değişimle felsefenin göreceliliğine kurban gider.

Yönelinecek olan riskli ise, üstelik verim muhtemelliği bedel muhtemelliğine mağlup geliyorsa, hülasa zihinde tasarısı yapılan eylem kar-zarar grafiğiyle desteklenemiyorsa söylenen bu cümle ve bir çift kendinden emin göz; mütereddit bakışlara, puslu ses tonuna şifa gibi gelir. Verdiği müthiş cesaret insanın omuzlarından vazife bildiklerinin yükünü kaldırır, ona bir kuş hafifliği bahşeder.

Aklın köşeye sıkıştığı anlarda hamlığımızın birden bire, üstelik hiçbir elekten geçmeden bizi ele geçirmesi olağandır. İşte tam bu anda çekinceler yerine iştiyakı buyur eder. -Şahsi gururunu muhafaza etmeye sözlü aşıklar bu bahise yabancı değildir- Öyle ki bu iştiyak doğmadan evvel, yani ufacık bir çekirdekken dahi kararsızlığı, o münasip anı kollar.
İştiyakın anası kararsızlık, gıdası geçen zaman; ismi ise ya pişmanlık, ya ukde, ya da tecrübedir

6 Mart 2018 Salı

Büşra

Herhangi bir niyetten bağımsız dışarı çıktığım günlerden birisiydi. Bir ahbapla çay içmek, lazım olan bir eşya temin etmek, planlı olarak bir konuma doğru ilerlemek... Belirgin bir amaca dair neler varsa o gün hiçbirisini istemediğime emindim.
Bazı anlar çevreyi seyredesim gelirdi. Bana yönelik bir soru, yorum, kısaca bana yönelik herhangi bir tepki olmadan bazı inceliklerin farkına varmak kendi içimde bana bir hakimiyet hissi verdiği gibi keyif almama ve tanımama yardımcı olurdu. Bu anlarda yaşadığımı çok yoğun hissederdim.
Öyle ya, bu arzu da her daim haleti ruhiyemin tahta, yıkılmasına ramak kalmış gibi bir his veren ama yıllarca yıkılmayan eski bir köprü gibi sallantılı olduğu zamanlarda vuku bulurdu.
Bedbaht zamanlarımda yakınımdakilerin samimiyetlerine pek inanamazdım bu nedenle mecbur olmadığım müddetçe sorularımın yanıtlarını kendim bulmaktan yanaydım. Çünkü ses tonlarındaki iyi niyet, bana fayda sağlamaları ve beni iyileştirmeleri mecburiymiş gibi düşündüklerini belli eden, sorumluluk bilincini bu denli hissettiren suniliklerinin yanında eziliverir ve söylenenlerin kıymeti gözümde alçalıverirdi.
Dışarıya adım attım. Bu alem, ikamet ettiğim bu bölge, ezbere bildiğim bu sokaklar, tanıdık esnaf yüzleri ve alışıldık hayvan sesleri bana zengin bir tepside sunulmuş nimetler gibiydi. Öyle ki o nimetlerin tadını biliyor olmama rağmen sanki hiç tatmamışcasına keyiflenerek, hepsinden bir parça alarak, ağız dolusu çiğneyerek yemek; sindirdikten sonra uğrayan tokluk rehavetini bile iştahla kucaklamak isteğindeydim.
İşte bu iştah, işte bu yaşamak ve işte, işte bu hakimiyet! Ne güzel unsurlar.
Balkonda çamaşır asarken birbirlerine bir şey söylemek gayretinde olan kadınları büyük bir keyifle seyrederken arkamdan gelen bir ses tüm sükunumu bozdu, tadımı kaçırdı:
“Asya, Asya!”
Gülerek sağ elini kaldırdı, beklememi söylemeye çalışırcasına hareket ettirdi. Sol eliyle mantosunun düğmelerini iliklerken beni daha fazla bekletmemek adına adımlarını daha sık, daha seri atmaya başladı. Aralıkla koşup, aralıkla yürüyerek yanıma vardı. Ben ise yaklaşık 6-7 saniyedir yalnızca onu tanıdığım için tebessüm ediyordum ve yanaklarım bu samimiyetsizliğimden ötürü kasılarak beni cezalandırıyordu.
Samimiyetsiz tebessümlerde ve dolu kahkahalarda canımı yakan canım yanaklarım.
Yanıma vardığında sağ elini omzuma dokundurdu.
“Nasılsın canım, nasıl gidiyor?”
Varlığını algıladığım andan itibaren vücuduma gerginliğin nüfuz etmesini sağlayan bu kızın ismi Büşra idi. İnkar edilemez bir hanımefendiliği, bayağı bir olgunluğu vardı. Benden bir iki yaş büyük olmasına rağmen mimikleri, ses tonu, el ve kol hareketleri bana bir akrandan ziyade; on senelik evli, nedensiz biçimde kendisini insanlarla arasını iyi tutmaya formatlamış, bundan ötürü son derece yüzeysel ve sığ münasebetleri olan, her kişinin hayatının içinde ama bir o kadar gizemli, gün içerisinde çok selamlaşan ancak yıllardır bir kez olsun dertleşemeyen orta yaşlı kadınları anımsatıyordu.
Onun en tabii sualine yanıt verirken sohbet ediyormuş değil, sözlü mülakattaymışım hissine kapılırdım. Doğru ve yanlış yanıtlar varmış gibi...
Şahsı hakkında en ufak yergim olamazdı çünkü herkes gibi onun hakkında yüzeysel bilgilere sahiptim ve sınırlı olan bu iletişimde kendi yaşantısı ve prensipleri gereği benimle de arasını iyi tutmaktan yanaydı. Ancak onu itici bulmak için son derece haklı nedenlerim olduğunu düşünürdüm. Nihayetinde en azından bir estetik anlayışım ve samimiyeti süzen gözlerim vardı.
“İyiyim, teşekkürler.”
Biraz duraksadıktan sonra yapay merakına borçlu çıkmak istemedim, iade niyetiyle ilave ettim:
“Sen nasılsın?”
“Ben de nasıl olayım işte erkek kardeşim Burak’ı okuldan almaya gidiyorum. Hangi yöne?”
Erkek kardeşi olduğunu bilmeme rağmen her bahsinde Burak’ın önüne bir mahlasmış gibi “erkek kardeşim”i eklemekten geri kalmazdı. İçimden yine gıcıklandım, etrafa bakarak yanıt verdim:
“Belli bir güzergah yok, dolaşmaya çıktım”
“Hııı, kafa nereye ben oraya diyorsun yani”
Sanki evimden çok uzakta, otostopla seyahat edip çılgın bir hayat yaşıyormuşum gibi söylenen bu cümleyi soğuk bir espri olarak kabul ettim ve gülümseyerek başımı yola eğdim.
“Annen ne yapıyor?”
“İyi, ne yapsın. Ortalama bir anne hayatı işte.”
Kaldırım çizgileri ve adımlarım arasında bir kural bütünü yaratıp kendi kendime oyunlar oynuyordum. Etrafı göremememe rağmen nerede olduğumuzun farkına varmaya çalışıyor, sıyrılmak için uygun yerleri düşünüyordum.
O ise sürekli konuşur haldeydi, kulağım bazı cümlelerini yakalardı ve algıladığım vakit yanıt mahiyetinde bir ifadeyle  yüzüne bakardım.
“Belediye de iyi çalışmaya başladı, sonunda boyadılar şu parkı. Ağaçlandırma falan da yapsalar keşke.”
“Erkek kardeşimin de okuluna bir halısaha yapılmış.”
“Sen de üniversiteye hazırlanıyorsun tabi, zor.”
“Havalar bi’ öyle bi’ böyle. Yarın da yağmurluymuş diyorlar.”
Onun toplumsal yakınmaları, gündemde olanlar, üniversite gençleri hakkında birtakım mülahazalar ve meteorolojiyle alakalı yeterince şey işittikten sonra sıyrılmak için uygun bir yer olduğunu düşünüp ona veda ettim.
Ayrılırken yine kalıp cümlelerden birisini gülerek yumurtlayıverdi:
“Gel bak bize arada, çay koyalım.”
“Nasip” diyerek gülümsedim ve önüme döndükten sonra derin bir oh çektim. Mevcut hissimin 15-20 dakika önceki gibi olmasını ümit ederek aynı seyire koyulmaya çalıştım.
Ne kızdı Büşra, zurnanın zart dediği yerde çıkardı ve ne çok ürpertirdi beni. Ne iyi kızdı ama ne iticiydi, ne kadar kıstırırdı ruhumu.