Herhangi bir niyetten bağımsız dışarı çıktığım günlerden birisiydi. Bir ahbapla çay içmek, lazım olan bir eşya temin etmek, planlı olarak bir konuma doğru ilerlemek... Belirgin bir amaca dair neler varsa o gün hiçbirisini istemediğime emindim.
Bazı anlar çevreyi seyredesim gelirdi. Bana yönelik bir soru, yorum, kısaca bana yönelik herhangi bir tepki olmadan bazı inceliklerin farkına varmak kendi içimde bana bir hakimiyet hissi verdiği gibi keyif almama ve tanımama yardımcı olurdu. Bu anlarda yaşadığımı çok yoğun hissederdim.
Öyle ya, bu arzu da her daim haleti ruhiyemin tahta, yıkılmasına ramak kalmış gibi bir his veren ama yıllarca yıkılmayan eski bir köprü gibi sallantılı olduğu zamanlarda vuku bulurdu.
Bedbaht zamanlarımda yakınımdakilerin samimiyetlerine pek inanamazdım bu nedenle mecbur olmadığım müddetçe sorularımın yanıtlarını kendim bulmaktan yanaydım. Çünkü ses tonlarındaki iyi niyet, bana fayda sağlamaları ve beni iyileştirmeleri mecburiymiş gibi düşündüklerini belli eden, sorumluluk bilincini bu denli hissettiren suniliklerinin yanında eziliverir ve söylenenlerin kıymeti gözümde alçalıverirdi.
Dışarıya adım attım. Bu alem, ikamet ettiğim bu bölge, ezbere bildiğim bu sokaklar, tanıdık esnaf yüzleri ve alışıldık hayvan sesleri bana zengin bir tepside sunulmuş nimetler gibiydi. Öyle ki o nimetlerin tadını biliyor olmama rağmen sanki hiç tatmamışcasına keyiflenerek, hepsinden bir parça alarak, ağız dolusu çiğneyerek yemek; sindirdikten sonra uğrayan tokluk rehavetini bile iştahla kucaklamak isteğindeydim.
İşte bu iştah, işte bu yaşamak ve işte, işte bu hakimiyet! Ne güzel unsurlar.
Balkonda çamaşır asarken birbirlerine bir şey söylemek gayretinde olan kadınları büyük bir keyifle seyrederken arkamdan gelen bir ses tüm sükunumu bozdu, tadımı kaçırdı:
“Asya, Asya!”
Gülerek sağ elini kaldırdı, beklememi söylemeye çalışırcasına hareket ettirdi. Sol eliyle mantosunun düğmelerini iliklerken beni daha fazla bekletmemek adına adımlarını daha sık, daha seri atmaya başladı. Aralıkla koşup, aralıkla yürüyerek yanıma vardı. Ben ise yaklaşık 6-7 saniyedir yalnızca onu tanıdığım için tebessüm ediyordum ve yanaklarım bu samimiyetsizliğimden ötürü kasılarak beni cezalandırıyordu.
Samimiyetsiz tebessümlerde ve dolu kahkahalarda canımı yakan canım yanaklarım.
Yanıma vardığında sağ elini omzuma dokundurdu.
“Nasılsın canım, nasıl gidiyor?”
Varlığını algıladığım andan itibaren vücuduma gerginliğin nüfuz etmesini sağlayan bu kızın ismi Büşra idi. İnkar edilemez bir hanımefendiliği, bayağı bir olgunluğu vardı. Benden bir iki yaş büyük olmasına rağmen mimikleri, ses tonu, el ve kol hareketleri bana bir akrandan ziyade; on senelik evli, nedensiz biçimde kendisini insanlarla arasını iyi tutmaya formatlamış, bundan ötürü son derece yüzeysel ve sığ münasebetleri olan, her kişinin hayatının içinde ama bir o kadar gizemli, gün içerisinde çok selamlaşan ancak yıllardır bir kez olsun dertleşemeyen orta yaşlı kadınları anımsatıyordu.
Onun en tabii sualine yanıt verirken sohbet ediyormuş değil, sözlü mülakattaymışım hissine kapılırdım. Doğru ve yanlış yanıtlar varmış gibi...
Şahsı hakkında en ufak yergim olamazdı çünkü herkes gibi onun hakkında yüzeysel bilgilere sahiptim ve sınırlı olan bu iletişimde kendi yaşantısı ve prensipleri gereği benimle de arasını iyi tutmaktan yanaydı. Ancak onu itici bulmak için son derece haklı nedenlerim olduğunu düşünürdüm. Nihayetinde en azından bir estetik anlayışım ve samimiyeti süzen gözlerim vardı.
“İyiyim, teşekkürler.”
Biraz duraksadıktan sonra yapay merakına borçlu çıkmak istemedim, iade niyetiyle ilave ettim:
“Sen nasılsın?”
“Ben de nasıl olayım işte erkek kardeşim Burak’ı okuldan almaya gidiyorum. Hangi yöne?”
Erkek kardeşi olduğunu bilmeme rağmen her bahsinde Burak’ın önüne bir mahlasmış gibi “erkek kardeşim”i eklemekten geri kalmazdı. İçimden yine gıcıklandım, etrafa bakarak yanıt verdim:
“Belli bir güzergah yok, dolaşmaya çıktım”
“Hııı, kafa nereye ben oraya diyorsun yani”
Sanki evimden çok uzakta, otostopla seyahat edip çılgın bir hayat yaşıyormuşum gibi söylenen bu cümleyi soğuk bir espri olarak kabul ettim ve gülümseyerek başımı yola eğdim.
“Annen ne yapıyor?”
“İyi, ne yapsın. Ortalama bir anne hayatı işte.”
Kaldırım çizgileri ve adımlarım arasında bir kural bütünü yaratıp kendi kendime oyunlar oynuyordum. Etrafı göremememe rağmen nerede olduğumuzun farkına varmaya çalışıyor, sıyrılmak için uygun yerleri düşünüyordum.
O ise sürekli konuşur haldeydi, kulağım bazı cümlelerini yakalardı ve algıladığım vakit yanıt mahiyetinde bir ifadeyle yüzüne bakardım.
“Belediye de iyi çalışmaya başladı, sonunda boyadılar şu parkı. Ağaçlandırma falan da yapsalar keşke.”
“Erkek kardeşimin de okuluna bir halısaha yapılmış.”
“Sen de üniversiteye hazırlanıyorsun tabi, zor.”
“Havalar bi’ öyle bi’ böyle. Yarın da yağmurluymuş diyorlar.”
Onun toplumsal yakınmaları, gündemde olanlar, üniversite gençleri hakkında birtakım mülahazalar ve meteorolojiyle alakalı yeterince şey işittikten sonra sıyrılmak için uygun bir yer olduğunu düşünüp ona veda ettim.
Ayrılırken yine kalıp cümlelerden birisini gülerek yumurtlayıverdi:
“Gel bak bize arada, çay koyalım.”
“Nasip” diyerek gülümsedim ve önüme döndükten sonra derin bir oh çektim. Mevcut hissimin 15-20 dakika önceki gibi olmasını ümit ederek aynı seyire koyulmaya çalıştım.
Ne kızdı Büşra, zurnanın zart dediği yerde çıkardı ve ne çok ürpertirdi beni. Ne iyi kızdı ama ne iticiydi, ne kadar kıstırırdı ruhumu.